12 Ağustos 2013 Pazartesi

Petrol Nedir, Nasıl Aranır ve Halkın Merak Ettiği Sorular ve TPAO'nun Başına Gelenler



Petrol Kelimesi Nereden  Gelmektedir?

Petrol sözcüğü, Yunanca ve Latince'de taş anlamına gelen petro ile yağ anlamına gelen oleum sözcüklerinden oluşmuştur; Petroleum.

Petrol Nasıl Oluşmuştur?

600 milyon ve daha öncesinde yaşayan genellikle tek hücreliler ve deniz kabuklularından oluşan canlıların  herhangi bir şekilde toprak altına sürüklenmesi  ve orada birikmesiyle oluşmuştur. Deniz tabanında  biriken bu ölü tek hücreliler ve deniz kabukluları üzerine, katman katman  kum, kil, çakıl, kaya vs birikmeleri olmuştur (sedimantasyon). Biriken  bu tek hücreli hayvanlar ve deniz kabukluları   aradan geçen 100-150 milyon yıl içinde zamanla üzerlerine binen basınç ve yerküre ısısı ile çürüyerek- bozularak büyük bir kısmı petrol, bir kısmı ise gaz haline  dönüşmüşlerdir.

Petrol yeraltında  göl-dere-nehir şeklinde mi  bulunur?

Kesinlikle hayır.  Bir sünger parçası düşünün. Bunu suya batırın. Sünger suyu gözeneklerinde tutacaktır. Sünger kaya, su ise petroldür, bunu böyle farzedin.


Komşularımızda petrol var. Ülkemiz petrol ülkeleri ile çevrili. Niye bizde petrol yok? Veya, Türkiye’de petrol var mı yok mu?

Her ne kadar arap ülkelerindeki bol petrol oluşumuna ve kapanlanmasına  neden olan  jeolojik yapılanma aynı büyüklükte ülkemizde olmamasına rağmen petrol oluşumuna uygun 26 adet havza vardır ( sedimanter havzalar).

Ülkemizde ‘petrol var mı, yok mu’ sorusuna cevap verebilmek için, bütün  bu havzaların çok yoğun bir şekilde didik-didik aranması gerekmektedir.  Bu havzalar enine boyuna, yoğun bir şekilde arandıktan sonra “ burada bu kadar petrol var veya yok” denilebilir.

Petrol arama çalışmaları,  şu ana kadar  Güneydoğu (ancak %20), Adana, Trakya (ancak %17) basenlerinde (havzalarında) yoğunlaşmıştır. Diğer geri kalan basenlerde (ancak %5) açılan çok az sayıdaki kuyu ve yapılan  arama çalışmaları, bu basenlerde “petrol var mı, yok mu?”  sorusuna henüz cevap verecek durumda değildir.

Bir havzada (basen) petrol var mı, yok mu sorusuna, o basende açılacak  yüzlerce kuyudan gelecek olan  verilerin değerlendirilmeleri sonucuna  göre  cevap  verilebilir.

Ülkemiz yeteri kadar aranmamış mıdır?

Hayır, ülkemiz yeteri kadar aranmamıştır. Aşagıda  verilecek olan mukayeseli bilgi sizlere bu konudaki yeterli bilgiyi vermiş olacaktır.

Romanya’nın yüzölçümü  237.500 km2 dir. Türkiye ondan 3.2 kat daha büyük olup 780.580 km2 dir. Romanya’da  bu güne kadar açılan kuyu sayısı 45.000                      ( kırkbeşbin)’ni  geçmiş 50.000 lere gelmiştir.  Türkiye’de  açılan kuyu sayısı ise , 2008 yılı sonu itibariyle,  sadece 3500 (üçbinbeşyüz) dür.    

ABD ‘de ise bir ayda  ortalama 1000-1100 adet kuyu açılmaktadır.

Özetle; ülkemizde  yeterli petrolün olup-olmadığı ancak  50 - 60.000 kuyu deldikten sonra söyleyebiliriz.  (Türkiye ‘de kara alanlarının sorunu yukarıda izah edildiği gibi zaten çok büyük ölçekte olmayan yapıların aşırı parçalanmış olması ve bir kısmının da ağır petrol içermesidir. Sorun bu çok parçalı küçük ölçekteki yapıların bulunmasıdır.)

Yabancılar, geliyorlar  petrolü buluyor ve daha sonra kuyuyu civa ve tapa ile kapatıp gidiyorlar. Bu doğru mu?

Yıllardır  halkın ağzında olan bu söylenti, asılsızdır.  Eğer delinen bir kuyuda petrol varlığı görülürse,  petrolün ne kadar olduğu, işletmeye değer bir miktarda olup olmadığını belirlemek için çalışamalar yapılır. Bu çalışmalar sonucunda bir karara ulaşılır.  Bilindiği üzere her ticari şirket olarak kâr-zarar ekseninde çalışır. Bile bile zarar eden bir şirket olabilir mi?  Petrol aramacılığı da bir ticari oluşumdur. Kim zarar etmek ister ki? Eğer bulunan petrol ticari değilse, astarı yüzünden pahalı ise, o kuyu işletmeye alınmaz.  Ancak; ülkemizin petrol sektöründeki “Amiral Gemisi”  ulusal kuruluş Türkiye Petrolleri A.O zamanla üretim miktarı düşen kuyuları az zararına da olsa- ben buradan 10 varil bile  petrol üretmez isem, bu 10 varil  petrolü dışarıdan almak zorunda kalacağım; üstelik yapılan masraflar, dışarıya gideceğine, emek-iş-enerji masrafları olarak ülkem dahilinde kalmış olur- mantığı ile davranarak, üretim kuyularından sonuna kadar faydalanmaya çalışır. Yerli özel ve yabancı petrol  şirketleri için bu geçerli değildir. Bu şirketler, gayet haklı olarak, kuyu ekonomik olmaktan çıktığı an üretimi keserler.

Bunun yanı sıra, iş sadece petrolü yerin 2000-3000 metre altında bulmak ile bitmez. Derinlerdeki o petrolün yüzeye çıkarılması, yüzey tesisleri ve petrolü nakletme sorunları gündeme gelir. Yüzey tesisleri, boru hatları ve ilgili diğer tesisleri kurmak için ayrı yatırımların yapılması gerekir, bu da o kadar ucuz değildir.

Terk edilen her kuyu, kanun gereği, ağzı çelik tapa ve çimento ile kapatılır. Sondaj yaptığınız yeri, bağı, bahçeyi, tarlayı  alındığı şekilde bırakmanız gerekmektedir. Aksi halde PİGM ve yasa önünde suçlu duruma düşer,  tarla sahibine çok yüklü bir tazminat öder, çevreci grupların da şimşeklerini üzerinize çekersiniz.

Kuyu çapı yaklaşık 60 cm (yüzeydeki ilk derinlik, daha sonra kuyu çapı daralır), derinliği ise ortalama 1800 metre ( 1.8 km) dir. Farz edelim ki kuyunun üstü kapatılmadı. O çukura bir hayvan, bir insan düşse  ne olur? Düşünmesi bile ürkütücü.

Civa ile kapatıyorlar.
60 cm çapında, 1800 metre derinliğindeki bir kuyuyu civa gibi pahalı bir element ile doldurup kapatmak hiç de akıl kârı bir iş değildir. Civaya verilecek para ile yeni bir kuyu daha açılır. Bu söylentinin de aslı-astarı yoktur.

Benim tarlamda petrol bulunursa...?

Yasalar  gereği toprağın 60 cm altı devlete aittir. Buna bağlı olarak , devlet  o  maden veya petrol ruhsatını kime vermiş ise, toprağın 60 cm den altı o şirkete aittir. Tarla-arsa sahibinin zararı olmayacak  şekilde, bilirkişinin belirleyeceği bir tazminat tutarı tarla-arsa sahibine ödenir.

Köydeki derede petrol var,  kayanın altından veya topraktan petrol sızıyor. Burada petrol var mı?

Yerin altından, bir şekilde kaçıp gelen ve yüzeye çıkan bu sızıntılar,  o bölgede veya havzada bir petrol uluşumunun varlığı ortaya koyar. Ancak yüzeydeki bu petrolün nerede oluştuğu (ana kaya) ve oluştuğu yerden nasıl ve nereye göç ettiğini (rezervuar kaya) araştırmak gerekir. Bu çalışmayı jeologlar yapar. Bazı yerbilimciler şöyle der; “ Eğer bir yerde bir gram petrol üremiş ise bunun daha fazlası , niçin üremiş olmasın?”


Petrol aramaları pahalı mıdır?

Sondaj öncesi yapılan jeoloji çalışmalarında, bir jeologtan oluşan jeoloji ekibinin 1 aylık maliyeti ülkemizde 15.000 (onbeşbin) ABD dolarıdır. Bir saha jeologu, 1 arama ruhsatı için  saha çalışmasını, yaklaşık 30-40 gün arasında   tamamlayabilir.  Saha çalışmasını tamamlayan jeolog daha sonra ofiste çalışmalarına devam eder.

Jeolog ve jeofizikçilerden oluşan yer bilimciler, bilgi ve tecrübelerini projenin  jeolojik ve jeofizik verileri üzerinde yoğunlaştırıp, ortak bir çalışma yaparak, sismik kesitler üzerinde bir çok senaryolar üretirler. Bu senaryoların içinde ihtimallerin en yüksek olduğu noktaya kuyu açılmasını önerirler. Bu öneriyi, yer bilimcilerden oluşan bir konseye en detayına kadar anlatırlar. Sorulan sorulara cevap vererek, tartışarak konseyi önerdikleri kuyunun delinmesini yönünde ikna etmeye çalışırlar

Petrol aramacılığının en önemli unsuru  olan sismik saha çalışmalarında, 2 boyutlu (2D) sismiğin bir kilometresi ülkemizde 6.000 ile 15.000 ABD doları arasındadır.  Özel durumlarda sınırlı bir sahayı daha iyi anlayabilmek ve yerin altını daha iyi görmek  için yapılan 3 boyutlu (3D) sismik çalışmanın 1 kilometresi ise 12.000-18.000 ABD doları arasındadır.

Sismik Ekip Kampı




Ülkemizin petrol sektörünü denetleyen Petrol İşleri Genel Müdürlüğü (PİGM) 1  petrol arama ruhsatının  alanını en fazla  50.000 (elli bin) hektar olarak sınırlamıştır. 20 x 25 km2 boyutlarında olan 50.000 hektarlık bir ruhsatta, ilk önce kaba olarak (rejyonal) en az 100-150 km 2B sismik yapılır.  Daha sonra gelişen teknik istekler nedeniyle bu sismik çalışma hem 2B hem 3B olarak yüzlerce kilometreyi bulabilir.

Petrol aramacılığının en pahalı operasyonu olan sondajın ülkemizdeki maliyeti, teknik bir sorun  çıkmaz, her şey yolunda giderse, 1 metre için  yaklaşık 1.000 ABD dolarıdır. Ancak 3.500 metre sonrası için bu rakam metre başına 1.500-3.000 ABD dolarına kadar çıkabilir. Bir yandan 1.200 metrelik, bir yandan 5.000 metrelik kuyular delinirken, ülkemizdeki ortalama sondaj derinliği 2.000 metre olarak kabul edilebilir.

Kısaca; Türkiye’de  karada 2.000 metrelik bir kuyu delmek isteyenler  en az 2.5 milyon doları ceplerine koymak zorundadırlar. 

Denizlerde yapılan sondaj ise, deniz derinliğine bağlı olarak ayakları deniz tabanına değen jack-up  ile  10 milyon, yüzen sondaj gemisi ile deniz derinliğine bağlı olarak  30- 50, şu an dünya piyasasında ancak birkaç tane bulunan  2000 metre deniz derinliğine kadar  faal olabilen  son derece teknolojik gemiler ile  200  milyon dolara hatta daha da üstüne çıkabilir.

Daha önce aranmamış basenlerde açılan arama ( wildcat) kuyularında, dünya standartlarında kabul edilen başarı oranı onda birdir. Yani 10 arama kuyusundan
9’u kuru çıkar, 1’i petrollü çıkarsa ‘başarılı’ sayılırsınız. Ancak gelişen teknolojinin, özellikle yorum sistemlerindeki son gelişmelerin,  başarı oranını 7’de 1’e düşürdüğü söylenmektedir.

1986-1989 yılları arasında TPAO’nun başarı oranı 10’da 5 ila 7 arasında idi.

"Kimse mükemmel değildir."
Bu şaka çizim, sanki  ülkemizin petrol aramacılığının ne kadar zor olduğunu, ve   üretim yapılan Güney Doğu Anadolu'nun
yeraltı jeolojisini ve tektonik yapısını, anlatıyor gibi. Yine de TPAO, böylesine küçük parçalara ayrılmış, parçalanmış tektonik oluşumda  petrolü bulmada çok  başarılı olmuştur.



Durum böyle iken neden petrolü bulamıyoruz?
Ve Türkiye Petrolleri A.O’nun Başına Gelenler.


Eskiden günümüze, 1944-1950 arası hariç,  TC Hükümetlerinin petrol ve enerji politikası olmadığı, her yıl yapılan petrol kongrelerinde defalarca dile getirilmiştir.  Bütün ülkelerce çok ciddiye alınan dünyanın en stratejik maddesi olan ve uğruna sınırların değiştiği hidrokarbon varlığı( petrol ve doğal gaz) için gerekli olan enerji ve petrol politikasının, ülkemizde günlük olarak uygulandığı,  uzmanlarca belirtilmekte ve kongre gibi teknik toplantılarda sık sık vurgulanmaktadır. 

Geçerli olan Petrol Yasamız, 1954 yılında o zamanın şartlarına uygun olarak hazırlanmış, ufak  revizyonlara  uğrayarak günümüze kadar gelmiştir.

Ülkemizdeki  hidrokarbon aramalarında son yıllarda görülen zayıflığın bir nedeni de, ülkemizdeki  petrol sektörünün gerekli alt yapısını oluşturan, rafineri, boru hatları, petrokimya, gemi taşımacılığı gibi son derece önemli tesisleri, kendi iş gücü, parası, emeği ve projeleri ile hayata geçiren, son derece  stratejik bir kurum olan Türkiye Petrolleri A.O’na (TPAO) 1990 yılından itibaren, siyasetçilerin yönetim kadrolarına gözle görülür ve hissedilir şekilde müdahale etmeleri ve bunun sonucunda dikey entegrasyonun bozulmuş olmasıdır. Bilindiği üzere İpraş, Kırıkkale Rafinerisi, Aliağa Rafinerisi, Petkim, İpragaz ve Botaş, TPAO tarafından kurulmuştur. Bu tesislere bir bakıldığında, TPAO’nun geçmişte ne kadar başarılı işler yaptığı açıkça görülebilir.

Eğer bu ülkede petrol bulunacaksa , bunu en hızlı, en geniş ölçekte ancak TPAO yapabilir. Teknik bilgi, teknik kapasite, arşiv zenginliği, zengin yerbilimci kadrosu, zengin tecrübe,  eksiksiz yorumlama sistemleri, makine - teçhizatı ve geniş olanakları ile milli kuruluş bu sorunun üstesinden gelebilecek düzeydedir.

Ne oldu da böyle oldu?
Halit Edip Özcan’ın Kişisel Yorumu

TPAO’nun organik yapısı, bilinçli olarak, değiştirildi.
Büyük petrol şirketlerinin, özellikle milli petrol şirketlerinin değişmez bir yapıları vardır. Bu ortak yapı şöyledir; petrol aramacılığı pahalı ve riskli bir iş olduğundan,  rafineri, boru hatları, satış istasyonları, petrokimya vb gibi bir çok kâr getiren ve zarar etmesi imkansız olan alt işletmelerden gelen gelirin bir kısmı arama yatırımlarına aktarılır. Günün şartlarına uyan ve kendini yenileyen  rafineri, boru hatları ve satış istasyonları hiç bir zaman zarar etmez. Petrol fiyatları ne kadar yüksek olursa olsun, rafineriye, boru hattına ve pompaya giren petrol, işletme ve taşıma kârı üzerine eklenerek rafineriden, boru hattından, pompadan akar ve tüketiciye ulaşır.  Tüketici de bu mamulü hangi fiyatta olursa olsun almak zorundadır.

Ülkemizde pek tanınmayan ancak dünya çapında dev bir petrol şirketi olan Rusya milli petrol şirketi LUKoil, bu konuda alınacak en iyi örnektir. LUKoil, petrol sektörünün tüm alanlarında faaliyet gösterirken, aynı zamanda gemi taşımacılığı, gemi yapımcılığı, altın işletmeciliği, inşaat işleri vb. gibi işleri de yapar. Böylece, petrol aramacılığına ek mali  kaynak temin eder.

Komünist ve sosyalist olarak bilinen bir ülkenin milli petrol şirketi bu şekilde yönetilirken,  demokratik  bir cumhuriyet olan Türkiye’nin milli petrol şirketi olan TPAO’nun bu günkü durumu ise  LUKoil’e hiç benzememektedir.

TPAO’nun günlük hidrokarbon üretim miktarı TPAO’nun web sayfasından öğrenilebilir. Bu günlük üretimi o günkü petrol fiyatı ile çarpın, elinize geçen rakam, TPAO’nun hergün Hazine’ye kazandırdığı dolar miktarıdır. Buna karşın
bir kamu kuruluşu olduğundan, yıllık bütçesini  ETK Bakanlığına, DPT’ye, Hazine’ye sunar, yatırımlarını açıklar. Meyva-sebze ihracatına, tekstile, haklı olarak, bir sanayi  gibi gören devletin, nedense, dünyanın en önemli maddesi olan milli  petrolü bir sanayi olarak görmemesi ve ona yeteri kadar önem vermemesi, son ulusal petrol kongresinde ( mayıs 2009) gündeme gelmiştir.

ETK Bakanlığı’nda, DPT’de, Hazine’de ve TBMM’de petrol kökenli olup, petrolcülüğü anlayacak, petrolcüyü anlayacak  kimse yoktur. Onlar için TPAO bütçesi demek          “ mutlaka tenkisata uğratılması gereken” bir bütçe demektir. TPAO 1983 yılından itibaren hep bunun sıkıntısını çekmiştir. Ancak geçen son  3  yıl içinde  TPAO’nun istediği bütçeye kavuştuğu bilinmektedir. İstenen bütçenin alınması ile TPAO,  yakın bir gelecek içinde bunun meyvalarını ülkeye sunabilecek güçte ve kapasitedir.

3-TPAO’nun kolu-bacağı kesiliyor.

1979 yılında başlayan, TPAO’nun yeniden yapılandırılması (!) çalışmaları, 12 Eylül 1980 darbesi sonrası askeri yönetim, daha sonra ise günün hükümeti  tarafından tekrar ele alınmıştır. Bir yabancı kuruluşa, akılda kaldığı kadarıyla 3 milyon dolar gibi bir para ödenerek “ Git , şu TPAO’nun yapısını bir incele, gereken çalışmayı yap, nasıl daha feasable(!!!!) olabilir, bize bildir, biz de ona göre hareket edelim.” denilmiş, böylece ‘ kuzu kurda teslim edilmiştir.’ Firma “ Gelir getiren rafineri, boru hatları, gemi taşımacılığı, gübre sanayi, petrokimya gibi gibi üniteleri yapıdan ayıralım, onları özelleştirerek, TPAO’yu daha feasable (!!!) hale getirelim.” diye rapor vermiştir.

Böylece kendi bilgi, tecrübe ve projeleri ile bu ülkeye 3 rafineri, 1 petrokimya tesisi kazandıran ve  Genel Müdürlük binasında sadece bir katın yarısını işgal eden  Rafineri Grup Başkanlığı, TPAO’dan sökülerek alınmış ve TÜPRAŞ kurulmuştur.

Böylece  az sayıdaki personelle çok başarılı işler yapmış TPAO Rafineri Grup Başkanlığı birden Genel Müdür, Genel Müdür Yardımcıları, Yönetim Kurulu , Denetim Kurulu ve Grup Başkanlıkları halinde kadrosu çoğaltılarak feasable(!!!) hale getirilerek TÜPRAŞ adını almıştır.

Yine az sayıdaki kadrosu ile Batman-Dörtyol, Kırıkkale-Dörtyol ve Irak-Yumurtalık Boru Hattı’nı yapan ve Genel Müdürlük binasının yarım katını işgal eden Boru Hatları ve Petrol Taşıma Grup Başkanlığı  da TPAO’dan kopartılarak alınmış ve BOTAŞ adını almıştır. Botaş’ta da Tüpraş’daki gibi yapılanma olmuş Botaş da daha ‘feasable (!!!)’ hale sokulmuştur.

TPAO’yu daha ‘fesable !!!!’ hale getirmek isteyen askeri ve politik kişiler,  acaba şöyle düşünebilirler miydi? “ Bizler bu konunun yabancısıyız. Amerika’yı yeniden keşfetmeye gerek yok. Bunu en iyi  şekilde öğrenmek için TPAO benzeri, dünyaca tanınmış, Esso, Amoco, Mobil, Shell, BP gibi  büyük petrol şirketlerinin organizasyon yapılanmasına bir bakalım aradaki farkı görelim  ve  ona göre davranalım.”

Böyle düşünüp bir araştırma yapsalar veya yaptırsalardı, arada bir fark olmadığını, onların da aynı TPAO gibi, gelir getiren rafineri, boru hatları, taşımacılık gibi unsurları aynı yapı içinde tuttuklarını görüyor olacaklardı. Belki de görmüşlerdir, kim bilir?

Böylece  TPAO’nun parçalanarak daha feasable hale konması  konusunda kararlı olanlar “Amerika’yı yeniden keşfetmeye çalışmışlar, ancak keşfedememiş-lerdir.”  Bindikleri geminin hazinesini kaybetmiş olarak ülkelerine  geri dönmüş, üstelik Dimyat’a pirinçe giderken eldeki bulgurdan da olmuşlardırTPAO’yu kolsuz, bacaksız ortada bırakarak “ hadi bakalım adım at, yürü, biz de bir görelim” demişlerdir. Bununla kalmamış, bütün bu olup bitene rağmen yürümeye ve adım atmaya başlayan TPAO’ya müdahale ederek, “ istediğin gibi yürüyemezsin, benim istediğim gibi yürüyeceksin” demişlerdir.

Eğer  bu ülkede petrol bulunma umudu varsa, bu umudu büyük-geniş  ölçekte arama çalışmaları yaparak,  gerçekleştirebilecek  tek  bir kurum varsa, o da TPAO  dır.   Teknik kapasitesi yüksek (bireysel olarak), bilgi ve tecrübesi ile dünya standartlarında olan, ekipman yönünden zengin ve en önemlisi “şirketim için, dolayısıyla ülkem için çalışıyorum”  düsturu ile gönülden çalışan insanların var olduğu TPAO’nun olabileceği gerçeğinin  görülmediği, ya da görmezlikten gelindiği ortadadır.

Bu sonuçtan TPAO’nun ve ülkenin  çok şeyler kaybettiği,  aradan geçen zaman içinde, petrolle ilgili  herkes için,  çok iyi bir şekilde anlaşılmıştır. Bu nedenle günümüz (2009) TPAO yönetimi tekrar eski yapılanmaya dönmek için projeler hazırlamaktadır. Ancak bu o kadar kolay olacak gibi gözükmemektedir. Bugün İpraş gibi bir rafineri kurmak isterseniz  15-18 milyar dolar, bir Petkim için 10-15 milyar dolar harcamanız gerekecektir.

3-TPAO-Politika ve Şirket Kültürü’nün Yok Edilmesi

Eskiden, TPAO’da  yeni bir yönetici atanırken,  ‘ ya bu olur, ya da şu olur’ denirdi. Ve tahminler hep tutardı. Çünkü askeriyede olduğu gibi, TPAO’da da üst ve alt yönetim kadroları, kıdem- tecrübe ve liyakat  esasına göre terfi ederlerdi. Herkes kıdem ve tecrübe esasında haddini gayet iyi bilirdi. Bilinirdi ki, 7 yıl geçmeden baş memur, 12 yıl geçmeden şef, 5 yıl geçmeden kıdemli yer bilimci, 15 yıl geçmeden proje yer bilimcisi olunmaz.

“En bozulmamış kurum askerdir.” derler.  Niye? Dış etkenlerden az  da olsa etkilense bile,  iç dinamikleri ve kadro sistemi söz konusu olduğunda hiç bir dış müdahaleyi kabul etmediği içindir. Şöyle farz edelim; bir yüzbaşıyı, hatır,gönül ile bir günde general yapalım. Apoletlerini omuzlarına takalım. Şimdi o yüzbaşı-general, bir gün önce emir aldığı alay komutanına bir gün sonra emir verir olursa, girdiği savaşı kazanabilir mi? Erk sahibi bir kaç kişinin ağzından çıkan bir kaç kelime  ile gelenek-görenek, edep ve adâp bir tarafa bırakılıp,  her şey oluyorsa, o zaman politikacıların liseye giden çocuklarına, üniversite diploması verelim. Üniversiteye gidip senelerce bilim-ilim okumanın ve tecrübe-liyakat sahibi olmanın ne gereği var?

“Siyasetin girmediği devlet kurumu yoktur.” derler. Bu anlamda siyaset , o zamanlar TPAO’ya girmiş ise de  bu zor  fark edilirdi. Öylesine hayret verici, ‘vay vay bak şu, şu olmuş, olacak şey değil’ diyecek değişikler görülmezdi, ta ki 1990 yılına kadar.

Teknik Bilgi ve Tecrübeli Teknik Elemanlar Erozyonu

Siyasetin TPAO yönetimine ve politikasına  tam anlamıyla karışması ile bütün bu liyakâta ve tecrübeye dayanan kültürel düzen alt üst oldu. Bir gün önce üstünden emir alan kişiler, ertesi gün aradaki yaş, kıdem ve tecrübe açısından kendisinden çok ötede olan amirlerine emir verir ve projeleri yönetir oldu. Kişilikleri tam yerleşmemiş yer bilimcilerin ve teknik adamların bir kısmı işi-gücü bırakarak, makam uğruna siyasetçi peşinde koşar oldular ve bu konuda  başarılı da oldular.

Yıllarını şirkete vermiş sevilen ve sayılan yönetici bir duayen büyüğümüz verdiği  emeklilik kararını “ Şirkette kasaplar terziliğe, oto tamircileri kuaförlüğe soyundu. Üç günlük bir adam, ablası bilmem kimin sekreteri diye bir gecede genel müdür muavini oldu. İlk yaptığı iş , sürekli işe geç geldiği için kendisinden savunma isteyen grup başkanı ile uğraşmak ve onu emekli etmek oldu. Mesleği  yer bilimci olan arkadaşlar, makam-mevki uğruna büyük kulisler yaparak, meslek değiştirdiler. Hiç anlamadıkları işlerin başına  planlamacı, makineci ve  ikmalci olarak geçtiler. Bundan böyle şirket zor adam olur. Siyaset, işte şimdi şirkete tam olarak girdi. Artık daha fazla rezil olmadan, çoluk-çocuğun eline kalmadan, onurumuz zedelenmeden  huzur içinde emekli olmak istiyorum.” şeklinde  açıklamıştı.

Bu onur kırıcı ve  ters duruma dayanamayan  bir çok yer bilimci ve petrolcü şirketten ayrılıp, dünyaca tanınmış şirketlerde iş bularak dünyaya dağıldılar.  Yurt dışında iş arayan  ye rbilimci ve petrolcüler için   ‘TPAO’dan geliyorum’ referansı  kabul görür.  Şu an Türkiye  enerji-petrol sektöründe faaliyet gösteren  özel şirketlerin bir ve iki numaralı yöneticilerinin hemen hemen tümü TPAO kökenlidir. “ Siyasetci eğer gücü yetiyorsa özel sektöre bir kişi soksun bakalım.” deyişini anımsayarak, Türk enerji sektöründe söz sahibi olan TPAO kökenlilerin bir benzerlerinin yetişmesinin uzun yıllar alacağının da burada belirtilmesi gerekmektedir. Bu kişiler, halen  bütün gönülleri ile TPAO’nun kurumsal kimliğine aşıktırlar. Zaten TPAO kurumsal kimliği onlara onur ve şeref vermektedir.

Sektörde ‘amiral gemisi’ olan TPAO, bir okul gibidir.  Teknik elemanlarını çok iyi yetiştirir. Yer bilimcilerinin sayısı 300’ e yakındır. Değiştirilen şirket kültürü, atamalardaki yandaşlık,  eğitim ve sosyal etkiler nedeniyle şirketi kuran büyüklerin sağlam bir şekilde tesis ettiği ‘şirket kültürü’, hızla erozyona uğramaktadır. Yer bilimciler  arasındaki ilişkiler eskisi gibi değildir. “ Her şeyi ben daha iyi bilirim” zihniyetine sahip, özellikle burslu olarak yurt dışında okuyarak geri gelen yeni  neslin tutumları da bir sorun olarak gözükmektedir. Büyük-küçük, kıdemli-kıdemsiz, tembel-çalışkan, ceza-takdir  değerlendirmesinin ortada olmadığı gözlemlenmektedir. Çalışan ve çalışmayan aynı ücreti almaktadır.

Aramacılıkta ‘burada kuyu açılacak kararını’ veren olgunlaşmış, tecrübeli, danışman mertebesindeki bir çok yer bilimci , yukarıda anlatılan nedenlerle, küstürülmüş, hepsi kendi köşelerine çekilmiş, emekliliklerini beklemektedirler.

İş gücü ve teknik bilgi birikim kaybını varın siz düşünün.

Kısaca) bir iki  Genel Müdürler ve TPAO

Öncesi yaşamında  petrolcülükle uzaktan yakından hiç bir alakası olmayan, bir genel müdür, kimin etkisinde kaldı bilinmez(!), bizleri hayrete düşüren şu açıklamayı yapmıştı. “ 40 yaşını aşkınlarla  bizim işimiz yok, ben onlarla çalışmam. Gençlere yol vereceğim.”  Bugün dünya piyasasında, genç petrolcü ve yer bilimciler çok zor iş bulurken, kıdemli ve tecrübeli olanları hemen iş bulabilmektedir. Sanırım, bugün o da hatasını anlamıştır, ama ne çare; TPAO daki olgunlaşmış teknik zirve, büyük erozyona uğrayarak, tepeden aşağıya, yamaçlara doğru kaymış, telafisi zor bir  yıkıma uğramıştır. Bu dönemde bir çok yer bilimci ve petrolcü  TPAO’dan istifa etmişlerdir.
Aynı genel müdür, büyük bir salonda TPAO çalışanlarını yılda en az 1 kere toplar, onlara şirketin yaptığı, yapacağı işleri, bir slayt şovla  anlatırdı. Bunu bir adet haline getirmişti. Bu adet  çalışanlarca memnunlukla karşılanmıştı. İlk defa bir genel müdür çıkıyor, çalışmaları anlatıyor, onlarla paylaşıyordu.

Yine bir toplantı yaptı. Yemek salonu tıka-basa çalışanlarca doldurulmuştu. Onlara durmaksızın 45 dakika, kare kare  kendi yorumlaması ile çalışmaları bir bir anlattı. Anlattıklarından hem gün için hem gelecek için  çok güzel bir tablo çıkıyordu. Toplantı sonunda “söz almak isteyen var mı?” diye mutat olarak sordu.  Biri “ var” dedi. O kişi kısa bir zaman öncesine kadar daire başkanıydı ve anlatılanların hemen hemen tümü ile ya direkt ya da endirekt ilişkisi olmuştu, konuya hakimdi. “ Var, efendim. 1. olarak söylediğiniz, sizin söylediğiniz gibi değil, böyle. 2. olarak söylediğiniz değerler öyle değil, böyle,  böyle cinsinden tam 5 adet  maddede kendi bildiklerini anlattı. Ve genel müdür de “evet sizin söylediğiniz gibi” dedi, başkasına  söz hakkı vermedi ve toplantıyı bitirdi.  Vee.... ne oldu hepimiz biliyoruz... gelecekte bize umut vaat eden bu sayın genel müdür 1 hafta sonra, kafasındaki teknik bilgi birikimi ve kozmik sırlar ile gitti, özel bir şirketin başına geçti.


Siyaseten  dışarıdan atanan ancak diploması yer bilimci olan bir eski genel müdür ise;
Arama Grubu  günlük kuyu toplantısına katılmış, orada bulanan herkesi güldüren ve aynı zamanda da hayrete düşüren şu cümleyi kullanmıştı; “ Madem kuyuda 1800 metrede yapılan testlerde su geldi, bunu hemen DSİ’ye bildirelim.” Gelen su ise formasyondan gelen fosil suyu idi ve yapılan bu büyük gafı en acemi petrolcü ve yer bilimci  bile yapmaz idi.  Toplantı bitiminde koridorda karşılaştığım bir yer  bilimci arkadaşım, “ Ne günlere kaldık. Konudan haberi yok. Gel de şimdi bu adamın altında çalış. Adam benim onda birim kadar petrolcü değil.” demişti.

 “Yıllardır, kol kırılmış yen içinde kalmış.Herkes birbirini korumuş kollamış.  Ama bundan sonra herkes TPAO’da neler olup bittiğini görecek ve öğrenecek” diyecek kadar TPAO’ya yıllardır  haset ve kıskançlıkla bakan aynı genel müdür, koridordan geçerken kapısı açık olan bir odanın içinde masasında oturan bir çalışan görür, geri döner ve hiddetle  şöyle der:   “ Sen benim kim olduğumu bilmiyor musun? Ben genel müdürüm. Niye beni görünce ayağa kalkmadın?”

Bu genel müdür zamanında, çok tecrübeli  bir çok aramacı istifa ederek, tanınmış  petrol şirketlerinde iş başı yapmışlardır. Yıllarca özenle bezen ile yetiştirilen meyvalar  olmuş, tam   yenecek iken “Ben yiyemiyorum, yemek de istemiyorum, al sen ye.”  denmiştir.

Yukarıda anlatılanlar,  sizlere  komik, basit  ve anlamsız gelebilir.  Yazının genel temasını bozacak bu basitliğin burada ne yeri var, çok avamî diyebilirsiniz. Bu ve benzeri çokça yaşanan bu anekdotlar, TPAO’nun yıllardır, nasıl ve  ne  tür karakterler tarafından yönetildiğini  anlatabilmek amacıyla yer almıştır.


 Bakanlık  ve TPAO

ETK Bakanlığı’na 15 adet genel müdürlük ve kuruluş bağlıdır. Sayın Bakan bu kadar kuruluşa ne kadar zaman ayırabilir, TPAO’yu ne kadar anlayabilir, nasıl  vakit bulur da
TPAO’nun son dere acil, önemli ve stratejik sorunlarına ne kadar zaman ayırabilir?

TPAO, “ altın çağını” günlük 80.000 üretim rekoru ile devlet bakanlığına bağlı iken yaşamıştı. Devlet bakanı TPAO’yu sıkı sıkı takip eder, personel hareketlerine hiç karışmaz,  TPAO’nun iç dinamiklerini rahat bırakır ve onlara güvenirdi.


 “ Ben bakan değil miyim? Sen bana bağlı değil misin? Sana emrediyorum. Orada bir kuyu açacaksınız. Madem her açtığınız kuyudan petrol çıkmıyor. Bir de benim hatırıma bir boş kuyu açsanız ne olur? Yörenin siyasetçileri beni yedi bitirdi, bir kuyu açın diye..”  Bu sözler, ETK Bakanının TPAO Arama Grup Başkanına söylediği sözlerdir. Arama Grup Başkanı  “ Efendim, petrol aramacılığında bir günde petrol kuyusu açalım kararı verilemez. Ben talimatınızı anladım. Hemen oraya jeolog arkadaşlarımı  saha çalışmaları için göndereceğim. Akabinde en kısa süre içinde sismik çalışma proğramı  yapıp,  sismik değerlendirmeyi yaptıktan sonra  burada en kısa zamanda bir kuyu açacağız.” demesi üzerine yukarıdaki sözleri sarf etmiştir. 

Ancak bakan ikna olmamış, aldığı cevaptan rahatsız olmuştur. Sayın bakan şunu bilmeliydi ki, bu fakir ülkede ( zengin de olsa fark etmez) “Hatıra binaen 2 milyon dolar harcanarak boş kuyu açılmaz.”

Bu grup başkanı  görevinden alınmıştır. Eğer grup başkanı “Tamam efendim, emriniz olur.” deyip en az 2 milyon dolarlık bir harcamayı yapıp kuru-muru bir kuyu açsa idi, ondan iyisi olmayacak  ve  görevine devam ediyor olacaktı.

Benim seçim bölgemde de bir kuyu açalım, diyen siyasi zorlamalar daha önce de olmuş... ‘1954-2005  Fotoğraflarla TPAO’ adlı hazırladığım, ancak henüz baskısı yapılmamış- herşeyi ile  baskıya hazır olarak dijital ortamda Arama Grubu arşivine  teslim edilen- kitabım ile ilgili yaptığım röportajlarda bir büyüğüm şöyle demişti;
“Yeni genel müdür, tamamen o yörenin siyasetçisi istediği için açılacak “siyasi kuyuyu” , lokasyonu hazırlanmış, nakliyesi başlamış  vaziyette hemen iptal etti. Bir çok kamyon lokasyona varmadan geri döndürüldü.” 

Acaba böyle garip istekler diğer ülkelerde de oluyor mu? 

 Petrol Aramacılığında Show

‘Petrolcülükte önce sessizlik, bilgi saklama, sonra keşif, en sonra bunun reklamı gelir.’ derler.Halbuki, kiralanan sondaj gemisi Çanakkale Boğazı’dan geçerken ayrı, İstanbul Boğazı’ndan geçerken ayrı,  vardığı yerde ise ayrı törenlerle karşılanıyor, demeçler veriliyor, TV’lere çıkılıyor, gazetelerde manşetlerde olunuyor

Bakan ve ilgililer  TV’lere çıkıyorlar “ Karadeniz’de  bilmem şu kadar milyar varil petrol potansiyeli var.” diyorlar. Halk  haberdeki  “potansiyel”  i atlayarak veya anlamını bilmediğinden “var” olarak algılıyor ve ‘petrol içinde yüzeceğiz’ umuduna kapılıyor. Sonra biri çıkıp ta “ Sayın bakanım, bir süre önce şöyle şöyle umut dağıtmıştınız. Sonuç ne oldu?” diye sormuyor, sorsa da bakan gayet politik bir konuşma yapıyor ama bir şey anlatmıyor. Örnek mi? İşte  sadece bir örnek:

“Türkiye'nin kaderi değişiyor. Karadeniz'de Hopa açıklarında ve Suriye sınırındaki iki noktada petrol bulundu. (4.Mayıs.2006 Perşembe- Basından)

Türkiye’de petrol var mı yok mu tartışmalarına son nokta koyuluyor. Türkiye Petrolleri Anonim Ortaklığı (TPAO) Genel Müdürü Saim Dinç, Karadeniz Hopa'da 3 bin 200 metrede ve Suriye sınırında bin 300 metre derinlikte yapılan sondaj çalışmaları sonucunda Türkiye’nin kaderini değiştirecek petrol bulduklarını açıkladı. Dinç, bulunan petrolün Türkiye'nin ihtiyacının büyük kısmını karşılayacağını tahmin ettiklerini ifade etti. Genel Müdür Dinç, petrolün tam anlamıyla ekonomiye kazandırılmasının zaman alacağını vurgularken, bu sürenin 8 yılı bulabileceğine işaret
eden Dinç, Batı Kozluca’daki sondaj çalışmalarında 3 kuyuda da 12-13 gravite kalitede petrol bulduklarını ifade ederek, Batı Kozluca’daki 3 kuyuda bin 300 metrede petrol bulduklarını söyledi.. Bu 3 kuyuda da üretime başlandı. Dinç, bu 3 bölgede toplam 10 kuyu açacaklarını söyledi.”


Aynı bakanın bir sohbet toplantısı esnasında “ Hopa-1 de, 50 metre daha ilerleyelim, masrafları biz karşılayacağız, diye çok rica etmeme rağmen, BP  teklifimizi kabul etmedi (!!!!).” dediği petrol camiasında konuşulmaktadır.

Bu ülkenin petrol varlığını, ulusal kuruluş TPAO ispat edecektir. Görevi  zaten petrol aramak ve üretmek olan TPAO’yu  günlük, geçici siyasi rant sağlamak  için kullanmak ne kadar doğrudur? Böyle yapıldıkça, siyasi vaazlar ile halka dağıtılan umutların sonucunu takip eden halk, TPAO’ya olan güvenini de yitirmektedir.

Başarıyı hepimiz istemiyor muyuz?

Politikacının her türlüsü, özellikle iktidar partisinin üyeleri, çok basit konularda bile  TPAO’yu niye rahat bırakmıyor? Niye her şeyine müdahale ediyor, yöneticilerini  ürkek yapıyor, liyakat, kıdem ve tecrübe esasına bakmazsızın  yönetim ve alt  kadro atamalarını, yapıyor? İç dinamikleri rahatsız ediyor?

Halen de  “olmuş tam yenecek kıvama gelmiş” yorumcular ve petrolcüler TPAO’dan bir yaprak dökümü gibi gün be gün ayrılıp, en az aldıklarının 4 katı maaş ile yabancı petrol şirketlerinde  çalışmaya devam ediyorlar. Bu gidişle, zamanı gelmiş eski neslin emekli olması ile,  bilen-öğreten- danışılacak ağabeyler kalmayacak, hiç temenni edilmez ama,TPAO yakın bir gelecekte dışarıdan mühendislik hizmeti alıyor,  olabilecektir.

Türkiye'nin  güzide ve en stratejik öneme haiz kuruluşu olan TPAO kendisine verilen son derece teknik  ve zor görevlerin üstesinden rahatlıkla gelecektir. Yeter ki onu rahat bıraksınlar, kendi yağında kavrulsun.

“ Siyaset petrolü değil, petrol  siyaseti belirler.” derler.



Halit Edip Özcan
Ankara, 12.06.2009
Yeniden Düzeltme (revize) : 23.06.2009
Açıklama: 2013 yılında yazımı gözden geçirirken, TPAO'nun yatırımlar ve bütçe konusunda, Bakanlıkça tam olarak desteklendiği ve para bulmakta zorluk çekmediği söylenmektedir.  





























19.Yüzyılda Düzce Kazasına Göçler, Zeynel Özlü; "bilig-Bahar 2012-Sayı 61"


“ 19. Yüzyılda Düzce Kazasına Göçler”
“Anadolu’nun muhtelif bölgelerine yapılan göçlerle ilgili bir takım özel ve genel çalışmalar yapılmışsa da Düzce’ye yapılan göçleri etraflı olarak inceleyen herhangi bir çalışma bulunmaması bu alanda eksikliğe neden olmaktadır. Bu çerçevede bu araştırmanın amacı Düzce’nin göçmen iskânı için niçin tercih edildiği, “Türkiye Cumhuriyetinin temeli kültürdür” ilkesi çerçevesinde, nüfus açısından her milletten insanı barındıran ve bu nedenle Sefine-i Nûh olarak tanımlanan Düzce’nin sosyo-kültürel haritasını ve Düzce’de 19.yy sonlarında meydana gelen sosyal ve kültürel gelişme ve değişmeyi ortaya koymaktır.
Osmanlı Devleti  muhtelif nedenlerle yer değiştirmek isteyen muhtelif millet, aşiret ve cemaatleri toplu olarak değil dağınık olarak iskân etmeye çalışmıştır. Bunu nedeni bölgelerde meydana gelecek olası ötekileşmelerin önüne geçmek ve göçmenleri Osmanlılık şemsiyesi altında birleştirmektir.
Devletin göçmenleri Düzce’ye iskân etmesindeki en önemli neden bölgenin fiziki ve demografik yapısıdır.  23 Kasım 1913 tarihli  Anadolu’da Tanin gazetesinde Düzce bölgesi anlatılırken bölgenin ova tabanına sahip, ulaşımı kolay bir geçiş bölgesinde bulunduğu, arazinin son derece geniş, ormanlık bir yapıya sahip olduğu  vurgulanmıştır.
 Buna bölgenin az nüfuslu olması da eklenince, bölgeye bu denli yoğun göçün yapılması nedeni ortaya çıkmış bulunmaktadır.
Göçler sonucunda, Düzce’de bir çok göçmen köyü kurulmuştur. Mesela Akçakoca’da bulunan Armutlu (Hemşin), Çiçek Pınarı (Şipir), Melen Ağzı, Davut Ağa (Acı Elma), Dilaver, Esma Hanım, Doğancılar, Döngelli, Edilli, Fakıllı, Göktepe,  Hasan Çavuş (Çerkez Köy), Kalkın (Topuz), Karatavuk, Kirazlı, Kurugöl, Kurukavak, Tahirli,Tepeköy, Uğurlu (Meze), Yenice ve Yeşilköy adlı köyler 19.yy da Kafkasya’dan gelen Çerkez, Abaza ve Gürcü göçmenlerle, Karadeniz’in Artvin, Hopa, Ardeşen, Ordu, Giresun ve Hemşin gibi yerlerinden göçen insanlar tarafından kurulmuştur.
Bölgeye yapılan göçlerin bir sonucu olarak nüfus 1894 yılında 31.876 kişi iken, 1897 yılında 38.406 kişiye, 1906-1907 yıllarında 58.755 kişiye yükselmiştir.
Göçmenler ilk geldiklerinde Türklere, Türk Hükümetine hatta  Osmanlılığa yabancı kalmıştır. Bunun muhtemel nedeni Çerkez ve Abazaların bölgeye göç ettiklerinde bölgenin yerli halkı olan Türk unsuru arasında iskân ettirilmemesi ve bunlar için ayrı köyler oluşturulmasına izin verilmesidir. Nitekim Düzce’de Sultan Abdülmecit ve Abdülaziz zamanlarında Kafkasya’dan, Doğu Karadeniz’den, Doğu Anadolu’dan, Rumeli’nden gelen göçmenlerle yeni mahalleler kurulmuştur.
1324 Tarihli Sâlnâme’ye göre 1906-1907 yılları arasında Düzce’deki İslam nüfusu şöyledir;
Türk 24.723, Çerkez 9.813, Abaza 6.914, Rumeli Muhaciri 4.891, Tatar 1.242,  Kürt 747, Laz ve Gürcü 3.225, Ordulu 6.405, Boşnak 90, Kıpti Müslüman 705, toplam 58.755 dir.

11 Ağustos 2013 Pazar

Düzce, Cami-i Kebir, Büyük Cami



Cami-i Kebir, Büyük Cami veya Merkez Cami diye değişik adlarda anılan bu ibadet yeri, Sinirci Köyünden, Sinirci  Ahmet Bey  tarafından bilinmeyen bir tarihte, o zamanın imkanları ve inşaat malzemesine göre yapılmıştır.  Ahşap ve kerpiçten oluştuğu sanılan bu cami binası yıllar içinde yıpranarak bu şekilde 1910 tarihine kadar gelmiştir.
1910 yılında ise bu yıpranmış ve harap haldeki binanın yerine, bugünkü caminin temelleri atılmış ve halk tarafından inşaatına başlanmıştır. İnşaat, alt kat pencerelerinin yarısına geldiği zaman, Birinci Dünya Harbi (1914-1918) başlamış ve inşaat yarıda kalmıştır.
Aradan 7 sene geçmiş, cami inşaatında bir ilerleme olmamıştır.
Bu arada kaymakam olarak atanan Hurşid bey,  şehir içinde bir gezinti esnasında, inşaatı yarıda kalmış bu camiyi görür ve merak eder. Zamanın müftüsü Ahmet efendiye sebebini sorar. Müftü Ahmet Efendi, cami inşaatına başlayan ve gönüllü çalışanların cepheye gittiğini, bu nedenle inşaatın yıllardır böyle beklediğini, söyler.
Hurşid Bey, hemen  tüm şehri kapsayan  bir kampanya başlatır, herkesi bu işte gönüllü olarak çalışmaya çağırır. Hatta kendi bizzat harç karar, yoldan gelip geçene şeker ikram ederek, onların da çalışmasını sağlar. Böylece kaymakam başta olmak üzere bütün Düzceliler bu işe seferber olmuşlardır.
Caminin inşaatı bittikten ve ibadete açıldıktan sonra, daha sonra ilçeye atanan  Kaymakam Mithat Kemal, caminin iç süslemeleri ve diğer gerekli aksesuarını tamamlamış ve bildiğimiz hale getirmiştir.
Ne yazık ki bu tarihi cami, son Düzce depreminde hasar görmüş ve yerine  yenisi yapılmıştır.

Nusreddin Cami-Tatar Cami
1293 (1876) muhaceretinde göç eden  Kırım Türklerinden Düzce’ye gelenler,  Nusreddin Mahallesine yerleşmişlerdir.  Gelenler arasında İslam Ağa adındaki bir kişi bu ilk evi  kurduğu için, bu mahalleye İslam Mahallesi demişlerdir.
Ancak mahallede daha önce yerleştirilmiş olan Rum’lar da vardır. Rumlara ait bir kilise mahallede boy göstermektedir. Sanırım buranın “İslam Mahallesi “diye adlandırılması, gayri müslimleri  rahatsız olmalı ki; şikayet üzerine isim değiştirilmiş, Nusreddin Mahallesi adını almıştır.( Yeni Düzce Gazetesi). 
Kurtuluş Savaşı kazanılınca,  gayri Müslimlerin Düzce’den göç etmelerinden sonra, mahalledeki kilise hemen yıkılmıştır.
Tatar Cami, Nusrettin Cami olarak anılan caminin bugün bulunduğu yer 1882 tarihlerinde manav Ahmet Ağa’nın tapulu arsası idi. Ahmet Ağa bu arsasını cami yapımı için bağışladı.
Cami yapımı mahallelinin katkısı ile hemen başladı. Ancak maddi imkanlar çok azdı. Para yoktu. Halk kendi arasında para toplayarak, Metek köyünde bir samanlığın enkazını  satın aldı. Bu enkaz ile bir mescit inşa edildi.
1943 yılına kadar mescit halinde kalan bu ibadet yeri, aynı yıl Muharrem İşgüven ve arkadaşlarının himayelerinde bu günkü haline geldi.


(*) Kaynak;  Şakir Karataş’ın Ahmet Korkmaz ile yaptığı röportaj. Yeni Düzce Gazetesi

Eski Düzce- Zincirli Kuyu


“Geçmişten Anılar”





“Evvelce bir harman yeri su kuyusu iken, daha sonraları çarşımızın ana caddesi üzerinde kalan ve asırlarca susuzluktan dudakları çatlayanlara, bağrı yanık yolculara can sunan bu kuyu, güzel ve şirin Düzce’mizin sembolü idi. Suyu çok serindi. Bir zincirin ucuna bağlanan ağaç kova ile su çekilirdi. Hatta benim hatırladığıma göre, mevsimin en sıcak günlerinde bu kovaya karpuz konularak, kuyuya salınırdı soğutmak için. Çok meşhurdu. Düzce denildiği zaman Zincirli Kuyu; Zincirli Kuyu denildiğinde mutlaka Düzce akla gelirdi.
Zamanımızdan 34 yıl önce, Düzce’mizde matbaa değil bir hurufat (eski tip matbaa harfleri) bile yok iken, basımı İstanbul’da yapılan ve işte bu anıtsal kuyumuzun adını taşıyan bir aylık edebiyat dergisi çıkarmıştım (*). Kapağında bu kuyuyu anımsatan bir kuyu resmi de vardı. İlk sayısında “Bu İleri Atılış Niçin” başlıklı yazısında sayın Cevdet Canbulat arkadaşımız bakınız ne diyor: “Düzce’nin meşhur bir sözü vardır: Dışarıdan buraya gelenlere Zincirli Kuyu’nun suyunu içtiysen, bir daha buradan gidemezsin. Buradan başka yerlere gidenlere de Zincirli Kuyu’nun suyunu içtiysen, dönüp dolaşıp yine buraya gelirsin derler.
Bilmem bu sözler üzerine hiç düşündünüz mü? Düzce’nin güzellik ve cazip taraflarının tümünü Zincirli Kuyu üzerinde toplayan bu sözler, şirin ilçemizin gerçek bir görüşünü ortaya kor. Gerçekten Düzce’de meşhur Zincirli Kuyu vardır. Bu kuyu şehrin en işlek ana caddesinin üzerindedir. Fakat artık kuyunun meşhur zinciri yoktur. Ama onun ismi halen “Zincirli Kuyu”dur. Bu isim Düzce’nin tarihi boyunca böyle geldi, böyle gidecektir vs.” demiş 34 yıl önce sayın arkadaşım Cevdet Canbulat, demiş ama, evdeki pazarın çarşıya uymadığı görüldü. Zira bütün dünyada olduğu gibi, şehrimizdeki hızlı gelişme anıtsal değerlerin kaldırılmasına neden oldu. Gönül, Canbulat’ın dediği gibi olmasını isterdi ama olmadı işte. Biz de Düzceliler olarak şehrimizin sembolü haline gelen anıtsal Zincirli Kuyu acaba ne olacak diye düşündük. Yıkıldı oraları. Büyük iş hanları kuruldu. Cadde bulvar oldu. O kuyu bulvarın ortasında kaldı. Üzülmedik değil doğrusu.
Şimdi İş Bankası’nın giriş kapsısının solunda kalan ilk cam evinin bulunduğu yer, kuyunun dengine gelir. Acaba o kısım, bu meşhur kuyumuzun sembolü ile ihya edilemez mi (ödüllendirilemez mi), diye düşünenlerimiz oldu. Geçen gün eski Belediye Başkanımız Sayın Süleyman Kuyumcu  ile oturuyorduk. Konu dönüp dolaşıp Düzce’mizin sorunlarına dayandı. Eskilerden, yenilerden ve Düzce’mizin ileriye matuf işlerinden söz edildi. Ben de diğer Düzceliler gibi, kafamı kurcalayan anıtsal değerlerimizin kaybolup gitmesi üzerinde durdum. Endişeye gerek olmadığını söyleyen sayın Kuyumcu; “Düzce’deki gelişmeler sürdürülür iken, anıtsal değerler hesaba katıldı. Bir plân dairesinde söktürüldü. Zincirlikuyu kapatılmadı. Bir boru ile suyu alınmak suretiyle, olduğu yere yakın bir yerde modern şekilde sembolize edilecek. Hükümetin önündeki çeşme de, taşları numaralanmak suretiyle söktürülmüştü. O dahi, o çerçevede cami yanında bir münasip yere tekrar dikilecek. İşler böyle planlanmıştı. Düzcelilerin bu konularda hiç endişeleri olmasın. Zira o plânlar er geç bir gün uygulanacak” demek suretiyle, böyle bir endişe ile ateşlenen gönüllere Zincirlikuyu’nun serin sularını serpti.”
Alıntı: Zekeriya Alpay    Nisan-1982
(*) Ankara Milli Kütüphane arşivlerinde Düzce ile ilgili ilk kayda girmiş yayın.HEÖ




Ulusal Petrol


13 Mayıs 2013 Pazartesi

Toprağın Kanı

 
 
 
 

22 Kasım 2010 Pazartesi

3 Eylül 2009 Perşembe

Yeşilyurt Oteli

"Yeşilyurt Oteli zamanın en saygın mahallerinden birisiydi. Demokrat Partinin seçime girdiği yıllar(1950), bütün parti ileri gelenleri gelir ve burada kalırlardı.Rahmetli Celal Bayar ve Adnan Menderes'in otelde kaldıklarını hatırlıyorum. Özellikle Celal Bayar bankonun üzerinde oturan beni kucağına alıp “sende mi DP lisin yavrum” diyerek yanağımı okşadığını babam anlatırdı.Bu nedenle otelde kız garsonların hizmet ettiği tamamen gerçek dışı bir rivayet. Babam Mehmet Demircioğlu DP’nin Düzce’deki en önemli destekçilerinden biriydi.Bu konuda akrabaları ile (Düzce’nin ileri gelenleri) çeliştiği için Yeşilyurt Otelini bırakıp Bursa’da Çekirge Palas otelinin işletimini üstlenmiştir. Otelin önündeki kıraathanede zamanın en coşkulu siyaset tartışmaları yapılırdı.İstanbul otobüslerinin otelde durduğu da yanlış bir bilgi....Otel garaja yakın olabilir (hatırlamıyorum) ama garajda değildi....Istanbul-Ankara yolu üzerinde de değildi." Nejat Demircioğlu
YOL TÜRKÜLERİ.
"Düzce'deyim Yeşil Yurt Oteli'nde.
Otelin önü çarşı,Salepçiler salep satar otele karşı.
Yine dertli geçirdim geceyi,
Şarkılar, türkülerle:
«Evlerinin yüzü aşı boyası,

İnsaf bilmez yüreğine acı değesi,
Duyduğumdan beterini duyası.»...................Orhan Veli

Düzce Yeşilyurt Oteli, Akçakoca Caddesi

"Halit bey, Bu fotoğrafta önde görünen bina Yeşilyurt Oteli. İlginç olan şu ki, henüz otel haline getirilmemiş. Sizdeki fotoğraf(aşağıda)ile karşılaştırırsanız çok açık anlaşılı-yor.Otelin tam karşısındaki beyaz bina hakkında ablamdan aldığım bilgiyi vereyim: Bu bina zahire tüccarı Zahit efendi'nin..Altında dükkanı ve zahire deposu var.Zahit beyin iki oğlu var Sadi ve Şadi. Şadi Bey rahmetli, Tekel Genel Müdürlüğünde önemli müdürlükler yürütmüştür." Nejat Demircioğlu, Yeşilyurt Oteli'ni işleten Mehmet Demircioğlu'nun oğlu.